Anayasa Mahkemesi’nin Rabia Naz Kararı: Hak İhlali, Gerekçe ve Hukuki Etkileri
1 Eylül 2025 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan Anayasa Mahkemesi kararı, uzun süredir kamuoyunun gündeminden düşmeyen ve muhtemelen bir süre daha tartışılmaya devam edecek olan Rabia Naz davasına ilişkin oldu. Yıllar süren sürecin ardından yayımlanan bu karar, kapsamlı içeriğiyle dikkat çekiyor. Özellikle “değerlendirme” ve “hüküm” bölümleri incelendiğinde, Mahkeme’nin olayın anayasal boyutlarını titizlikle ele aldığı görülüyor.
Anayasa Mahkemesi, her kararında olduğu gibi burada da genel ilkelerden hareketle somut olaya uygulama yapmış; bu yöntem, kararın gerekçesini hem açık hem de anlaşılabilir kılmıştır. Bu yönüyle karar, yalnızca hukuk pratiği açısından değil, genç hukukçular için de öğretici bir nitelik taşımaktadır.
Anayasa Mahkemesi’nin yaşam hakkına ilişkin içtihadı çerçevesinde, devletin bu hak kapsamında hem negatif hem de pozitif yükümlülükleri bulunmaktadır. Negatif yükümlülük, devletin yetki alanı içindeki bireylerin yaşamına kasıtlı ve hukuka aykırı biçimde son vermeme ödevini; pozitif yükümlülük ise bireylerin yaşamını kamu makamlarının, üçüncü kişilerin veya bireyin kendi eylemlerinin doğurabileceği risklere karşı koruma yükümlülüğünü ifade eder. Bu çerçevede devlet, doğal olmayan her ölüm olayında, olayı aydınlatabilecek, varsa sorumluların belirlenmesini ve cezalandırılmasını sağlayabilecek nitelikte etkili bir ceza soruşturması yürütmekle yükümlüdür. Etkili soruşturma yükümlülüğü bir sonuç değil, uygun araçların kullanılması ödevini içerir; ancak bu süreçte olayın gerçekleşme koşullarının ortaya çıkarılmasını sağlayacak kapsamlı, objektif ve tarafsız bir inceleme yürütülmesi zorunludur.
Somut olayda Anayasa Mahkemesi, yürütülen soruşturmanın bu ilkelerle bağdaşıp bağdaşmadığını, sürecin derinliği ve özen düzeyini incelemiştir. Olayda ölüm vakasının şüpheli nitelikte olması, delillerin korunması ve incelenmesi noktasında derhâl ve sistematik bir müdahale gerektirmekteydi. Ancak soruşturma sürecinde olay yeri incelemesinin geç başlatılması, delillerin korunmaması, görüntü kaydının alınmaması, olay mahallinde kontrolsüz kalabalığa izin verilmesi gibi hususlar, delillerin güvenilirliğini zedelemiştir. Özellikle ölen kişiye ait eşyaların geç bulunması, olay yerinin uzun süre sivil erişimine açık bırakılması ve maddi delillerin (örneğin çanta, günlük, kıyafetler) zamanında muhafaza altına alınmaması, soruşturmanın sağlıklı yürütülmesine engel teşkil etmiştir.
Olay yerindeki çantanın siviller tarafından, olaydan saatler sonra bulunması, delil zincirinde ciddi bir kopukluğa yol açmıştır. Aynı şekilde kişisel eşyaların ve günlüğün sivil kişilerce incelenmesi, bu eşyalar üzerindeki muhtemel delillerin kaybolmasına veya değiştirilmesine neden olabilecek niteliktedir. Delillerin kriminal incelemeye bir yıldan uzun süre sonra gönderilmesi de sürecin etkinliğini zayıflatmıştır. Ayrıca bazı tanıkların ifadelerinin olaydan çok sonra alınması, soruşturmanın süratle yürütülmesi ilkesine aykırıdır. Olayı ilk gören kişilerin ifadelerine başvurulmaması, tutanaklar arasındaki çelişkiler, bazı delillerin (örneğin çoraplar) kayıt altına alınmaması gibi ihmaller, soruşturmanın derinlik ve ciddiyet düzeyini zedelemiştir.
Her ne kadar süreçte çeşitli kriminal incelemeler, bilirkişi raporları, keşif ve tanık ifadeleri alınmış olsa da bu işlemler, soruşturmanın başındaki özensizlik ve gecikmelerin etkisini giderememiştir. Soruşturma sürecinde farklı kamu otoriteleri tarafından yapılan tespitler de bu ihmalleri doğrulamaktadır. TBMM araştırma komisyonu, Hâkimler ve Savcılar Kurulu ve emniyet birimleri tarafından verilen disiplin kararları, soruşturmada gerekli özenin gösterilmediği yönündeki değerlendirmeleri pekiştirmektedir.
Kararın Tamamı için: https://kararlarbilgibankasi.anayasa.gov.tr/BB/2020/29242